Urla'dan Sevgilerle

Sunday, March 28, 2010

Urla SlowFood Mart Dokuzu Etkinlikleri

Mart Dokuzu ve Otlarımızı Tanıma Yürüyüşü


21 Mart sabahı, 40 yıl önce kızların kol kola girip piyasa yaptığı, ardından erkeklerin bir aşağı bir yukarı gruplar halinde dolaşıp, iki grubun birbirlerine kaçamak göz attıkları, laf attıkları ve hatta yaşca ufak olanların birbirlerinin bacağını ısırgan (dalagan) otuyla dalayıp çeşitli muziplik yaptıkları caddede toplandık. Mart’ın Dokuzunu kutluyoruz. Baharın gelişini, doğanın uyanışını. Eski Urla’lı dostlarımın anlattığına göre Mart Dokuzu ve Bağ Bozumu Urla’nın en önemli iki festivali. Mart Dokuzu eski takvime göre Mart 9, günümüzde ise 21 Mart’a denk geliyor. Yine Urla’lı dostlardan dinliyorum. “Bir gün öncesinden börekler açılır, kurabiyeler pişirilirdi. Mart Dokuzunda herkez en iyi elbiselerini giyer, kendine çeki düzen verir, bugün 12 Eylül İlkokulunun bulunduğu yerden başlayarak, biraz ileride olan Sıtma Suyu Mağarasına doğru gruplar halinde yürünürdü. Önce kızlar, daha sonra oğlanlar... Hatta kimin piyasaya çıktığını izlemek isteyenler ise (müstakbel kayınvalideler) orada evi olan konu komşunun balkonuna hücum ederlerdi. Mart Dokuzundan sonra kaçan kızların sayısında ani bir artış izlenir, kız istemeler sıklaşır, 14 Ağustos’taki Bağ Bozumu şenliğinden sonra da düğün dernek yapılırdı.”


İşte kent belleğinde böyle önemli bir yeri olan bir geleneğin üstündeki tozu dumanı silkeleyip, bir hafta boyunca çeşitli etkinlikler ile Urla’nın gıda ile ilgili kültürel, ekonomik ve tarihsel zenginliklerini keşfetmek üzere yola koyulduk.

İlk etkinlik baharın gelişini selamlayan bir doğa yürüyüşüytü; Sayın Ertan İplikçi eşliğide Otlarımızı Tanıma Yürüyüşü. Buluşma yerimizden arabalar ile Özbek köyüne gittik. Yola yeni çıkmıştık ama hemen bir çay molası verelim dedik. Neden olmasın, nasılsa “yavaş” yaşamıyormuyuz? Yaşlı çınarların altında köyün hanımları kendi yaptıkları ekmekleri, börekleri, tarhanaları, ama benim için en önemlisi envai çeşit otları ile bizi karşıladılar. Karabaş otunun mor salkımları, rengarenk kardelenler, sarmaşık otu.. Demeti 2,5 lira. Dayanamadım hemen aldım. Birisi oradan bağırıyor: “Nohut alın, nohut. Buranın nohutu çok lezzetli olur.”


Çay molasından sonra Özbek köyünün biraz ilerisinden Burgaz Mevkiine doğru yürüyoruz. Etrafta çarpıcı bir çimen yeşili hakim. Ellerimizde hasır sepetler, çakılarımız...birisi tornavida getirmiş! Azimliyiz. Ot toplayacağız. Daha 5 dakikka geçmedi, Ertan bey onlarca çeşit ot gösterdi. Fotoğraf çekip, not almakta zorlanıyoruz. Bende otları bildiğimi sanırdım. İlk karşımıza çıkan otlardan biri “Kıllı Kamina”. Gerçekten de kıllı. Ser sert kılları var. Yaprakların yarıdan fazlası kesilip atılıyor, kök temizleniyor, haşlanıp sarmısaklı yogurt yada zeytinyağ ile yeniyor. Labada, labada. Her tarafta labada var, kimse yüz vermiyor. Arapsaçı, Urla’da Sıra deniyor. Hava ısınınca köklerinden köpüklü bir sıvı çıkarmış. Zaten kokusu da ağırlaştığı için ilkbaharda toplananı makbul. Arapsaçı, soyu tükenmesin diye kökleri ile toplanmazmış. Kökün biraz üzerinden kesiliyor. Turp otunun bir çok çeşidi var. Bizim yöremizde en çok bulunan gövdesi tüylü olan. Sapını kırdığınızda içi boş ise buna Susamlık diyorlar. Bu o kadar makbul değil. İyisi, üzerinde çok az kıl olmasına rağmen daha kaygan ve pürüzsüz gövdesi olan, yer yer mor damarların görüldüğü Kara Turp. Bunun haşlamasından ziyade kavurmasının iyi olduğu söyleniyor.


Etrafımız Menengeçler ile dolu. Tohumlarının kurutulup kahve gibi öğütülüp içildiği, Tire yöresinde de filizlerinden kavurma yapıldığı söleniyor. Yapraklarını elimde oğuşturarak reçineli kokusunu içime çekiyorum.


Keklik ayağı, körmen (yabani pırasa), Dede Kaşı (Karaburun’da haşlanıp meze yapılıyormuş), Çakal Boğan, Kuş Kursağı, Keçi memesi, Ilcan dikeni...Çoban düdüğü, koparıldığında sapından süt aktığı için Sütlü de deniyor. Aynı Kıllı Kamina gibi temizleniyor. Haşlanıyor. Haşlanırken düdük sesi çıkarırmış, saplarındaki oluklardan olsa gerek. Tarhana otu, kurutulduğunda Tarhanaya karakteristik kokusunu veriyor. Taze yaprakları ise sarmalara nane, maydanoz yanında katılıyor. Daha öğrenilecek çok şey var. Ne yazık ki vaktim sınırlı. Güneş başını eğmiş, bizde yavaş geri dönüyoruz. Engin yeşil denizinin önünde son bir fotoğraf. Bağlar uyanmış, ufak ufak filiz vermişler. Uzakta poşulu bir bağcı, elinde bel küreği, tek başına koca bağı bellemeye kalkınmış. Önündeki işin azamiyeti tüylerimi ürpertiyor. “Kolay gelsin” diye bağırıyorum, biraz korkarak. “Hoş geldiniz. Yolunuz açık olsun” diyor. Sesi enerjik ve iyimser.

Ispanak Balığı ve Tarladan Sofraya Gıdanın Serüveni

Mart Dokuzu etkinliklerimiz Cuma günü Sayın Alev Çağlar ın söyleşisi ile devam etti. Günümüzde dünya nüfusuna iki kere den fazla yetebilecek miktarda gıda üretildiği ancak hala ciddi oranda açlık çekildiği düşünülürse, buna sebep olan politikalar ve üretim modelleri gözden geçirilmeli. İşte burada Slow Food gibi yerel ve mevsimsel olanın tüketilmesini amaçlayan faaliyetler önem kazanıyor. Dr. Alev Çağlar bu konudaki derin bilgisini kısıtlı zaman ve teknik aksaklıklara rağmen bizler ile paylaştı. Herkezin çok ilgisini çeken bu söyleşiyi daha geniş bir kitlenin faydalanabileceği bir ortamda yinelemek üzere kendisinden söz aldık.

Sıra da heyecanla beklenen Ispanak Balığı ikramı vardı. Slow Food Urla nın varlığının ve çalışmalarının Urla’lılara tanıtılmasını amaçlayan bir etkinlik. Toplantıdan döndüğümüzde, Sevgili Handan Kaygusuzer ve oğlu Hikmet kızartmaların yapıldığı kazanın başına geçmişti bile. Ispanak balığı tam da bir balığa benziyor. Hatta jumbo karadiz kuyruğuna. Son derece de lezziz. Handan Hanım, çocukluğuna dönüyor; “bağda anneannem ıspanak balığı yapacağı zaman hepimizi heyecan kaplardı. Çalı çırpı ateşiyle hemen orada kızartılan ıspanak balıklarını bağ çubuklarına geçirirler, ellerimize tutuştururlardı.”

Urla’nın eski bir yemeği olmasına rağmen günümüzde birçok Urla’lının unuttuğu bir lezzet. Lokma döküm düzeneğini kiralamaya gittiğim Anıl pastanesinin sahibine, Ispanak Balığı dökeceğimizi söylediğimde adamcağızın neredeyse nutku tutuldu. Lokma makinesinde balık dökeceğimizi sanmış! Tabii olay o sırada yanımızda olan Şafak Lokantasının sahibinin konuya açıklama getirmesi ile aydınlandı. Anıl Pastanesinin son derece nazik sahibi bizi kırmamakla kalmadı ayrıca kira ücretini de almayacağını söyledi.

Başka komik bir olayda, etkinliğin afişini dükkanına asması için gittiğim balıkçıda yaşadık. Ege denizinin, özellikle Urla kıyılarının canlılarını gözü kapalı sayabilen balıkçımız, Ispanak balığı diye bir balık daha duymamıştı. Hoşgörüsüne sığınıp, “Sende ne biçim Urla’lısın” diye şakalaştık. Umarım kızmamıştır.

28. Mart. 2010

URLA