Urla'dan Sevgilerle

Wednesday, August 08, 2018

Büyük sınav

8.08.2018
Yarın yeni bir sınav daha baslıyor,.. Her yıl tekrarlanan cinsten.. Üniversite yerleştirme  sınavları gibi..
Kaç gecedir, sıcak 2018  yazının karabasanlarında, hangi eski patronlarıma ne projeler sunmadım... hep bir eksik veya son anda çıkan aksaklık yüzünden yatakta terli terli,  dönüp durdum... yada bir başka anda üniversitedeyim ve birtakım fasafiso derslere devamsızlıktan mezun olamıyorum...yatakta, sıcak tavaya düsmüs solucanlar gibi kıvranıyorum...
Tüm bu sıkıntılı rüyaların sebebi ortada... Yaklaşan büyük sınav: "hasat"...

Hasat 2018
Bir şarapyapar (winemaker) arkadaşın hayatında kaç kere şarap yapma şansı bahşetmiştir doğa kanunları? Çok şanslıysa 60 ...az ise  3-5..tabii burada insan kendi şansının yolumu açar...ortalama 32 yıl diyelim... ( anlatmaya çalıştığım hikayede rakamlardan çok ana fikire takılmanızı öneriyorum..:) Anadolu'da..bu coğrafyada , en az 6 bin yıldır ...belki de daha uzun süredir.., bu sınav her yıl tekrarlanıyor! İnsanoğlu 6000 x 32 x sarap yapan insan sayısı ...kadar bir sınavdan geçmiş.

"üzümler saglikli mi, toprak iyi mi, sen bu uzumleri nasil / nezaman topladin, onlari sarap seruveninde  üzdün/ hirpaladin mi...yoksa ne kadar rahatlattin, el üstünde tuttun'...iste bu tarz sorular soruluyor bu milyon yillik sinavda.. ve sonuc tum ceremesiyle o hem tanrisal/ hem zavalli uzum iscisinin omuzlarina yukleniyor......onun icin

yarin zor bir gün!

Wednesday, March 14, 2012

GELENEKSEL URLA MART DOKUZU OT FESTİVALİ, 24-25 MART 2012


Merhaba, Bu sefer sizlerle İzmir Life Mart 2012 sayısı, kapak konusu için hazırladığım yazıyı paylaşıyorum.
Hepiniz yenebilen otlarımızı keşfetmeye 25 Mart 2012 de Urla'ya davetlisiniz.
Detaylar, en sonda...
Resim Ekle

Resim EkleSon iki yıldır olduğu gibi, Mart ayında Urla’da, hemen hemen unutulmaya yüz tutmuş bir geleneği canlandırmak ve yarımadamızın bio-çeşitliliğini kutlamak üzere bir seri etkinlik düzenleniyor. Urla Slow Food oluşumu ‘‘Doğal Sofra’’ gönüllülerinin, Urla belediyesi katkıları ile düzenledikleri etkinliğin kökeni Mart Dokuzu geleneğine dayanıyor. Baharın gelişinin kutlandığı, insanların en güzel giysileri ile sokaklarda “piyasa” yaptıktan sonra pikniklere dağıldığı, genç kalplerin kıvılcımlandığı Urla’nın o eski Mart Dokuz’ larına atfen, Urla’lılar ve Türkiye’nin dört bir köşesinden gelen ot meraklıları, hasır çantaları, sepetleri ve ellerinde küçük ot çakıları ile doğada unutulmaya yüz tutmuş otları keşfetmeye çıkıyorlar. Ama ne otlar buluyorlar! Sadece isimleri ve onların kökenini düşünmek insanı uzun bir gün düşüne sokar: “Şevket-i Bostan, Çoban Düdüğü, Kıllı Kamina, Tilkişen....“ Otları tanıdığını düşünen birçok Egeli, aslında yenilebilir çok otu unutmuş. Bu unutuş, hem sağlıklı bir besin kaynağının, hem de bir yaşam tarzının yok olması anlamına geliyor.


Rumi Takvimde Mart Dokuzu

Rumi takvim Roma İmparatoru Jül Sezar tarafından M.Ö. 46 yılında kabul edilmiş ve tarihimizde resmi olarak 13 Mart 1840 (miladi) yılından 31 Aralık 1925 e kadar kullanılmış. Rumi takvim tarihine 13 gün eklenerek Miladi tarih gün olarak bulunur. Günümüzde Anadolu’da, birçok doğa olayı halen bu takvimdeki adları ile anılmaktadır. Mart Dokuzu da bu nedenle, yaklaşık 13 gün sonra kutlanır. Ege’de yüzyıllardır bir bahar bayramı olarak kutlanan Mart Dokuzu’nda yeşile basmak adettendir.

Mutfağımız Kültürümüzdür, Sahip Çıkalım!

Ot toplarken de dikkat edeceğimiz birkaç önemli nokta var; Soframıza koyacağımız otların yol kenarından toplanmamış olmasına; Yaprakları yenen otların köklerine zarar vermeden sadece üst yapraklarını almaya; Kökü yenen bitkileri toplarken de geleceği düşünerek, bulunduğumuz noktadan görüş alanımız içinde bir başkası yoksa o bitkiyi köklemememiz gerektiğine dikkat etmemiz gerekiyor. Örneğin geleneksel içeceklerimizden biri olan salep, Urla’nın endemik orkidelerinden birinin kökünden yapılmakta. Ancak yıllardır umarsızca, katledilircesine toplandığından artık salep orkidesi bulmak neredeyse imkansız. Piyasada paketlerde satılan nişasta ve süt tozu karışımı ürünün de salep ile fazla bir alakası olmadığı söylenebilir.

Bizlere düşen hazine avcıları gibi bu doğal gıdaları keşif oyununa katılmak, araştırmak, beslenmemiz üzerine düşünmek ve vakit harcamak;

Bu zenginliğe sahip çıkmak ve çocuklarımıza tek tip gıdalı, GDOlu bir gelecek bırakmamak; Gıda hafiyeliğini sadece devlet kurumlarına, üretimi de büyük şirketlerin eline bırakmamak. Gıdamız ve kültürümüz kimselere teslim edilmeyecek kadar önemli.

Doğadan toplanan otlar ile yemek yapma geleneği, bir zamanlar Akdeniz çevresinde birçok kültür için sıradan bir aktivite idi. Maalesef çevre kirliliği, kent yaşamının hızı ve bizi alıştırdığı kolaylıklar, bu lezzetlerin yavaş yavaş unutulmasına yol açıyor. Ayrıca sorun sadece lezzetlerin kaybolması değil, gıda geleceğimizin güvenliği de.

Haydi o zaman, tüm ailecek gelin, ‘’OT TOPLAYALIM!’’

BU SENE OT GEZİSİNE KATILMAK İSTEYENLERİN BİR AN ÖNCE

754 10 88 den 140 numaralı

URLA BELEDİYESİ HALKLA İLİŞKİLER BÖLÜMÜNÜ ARAYIP, YER AYIRTMALARI TAVSİYE EDİLİR.

Wednesday, March 30, 2011

Urla 'da Bahar 2011


evet zaman tükeniyor..ne yapsak zamana yetişemiyoruz. Zamanı yakalayamıyoruz. O kadar uçucu ki. İşte bahar geldi, bir an sonra geçecek. Biz ise o iş, bu iş, koşturuyoruz. Daha tohumlarımı bile dikemedim. Calendula’lar geçti. Papatyalar bile geçmek üzere. Hardal çiçekleri tüm tarlalarda egemenliklerini ilan ettiler bile. Ballı babalar bu sene azınlıkta kaldılar.



Yarın tüm bu güzellikler, traktör ve çapa marifetiyle yerle bir olacaklar. Ne de olsa

yeni bir döngü başlıyor. Beş gün

önce perlit, sonra da bugün sultaniyeler patladı. Chardonnay’lerin eli kulağında. Bunlara besin lazım. Tüm bu güzel çiçeklerin ruh ve bedenleri, üzümlerde bir yaşam bulmak üzere, yarın toprağa karıştırılacak.

.....

Bahar.. Urla ‘da yaşayanlar için tepelerinde bol bol helikopter gürültüsü anlamına da gelebilir. Yıllardır bunun sebebini merak ettim. Hala da emin değilim ama, şu insan kaçakçılığı ile ilgisi olduğuna emin gibiyim. Çünkü ne zaman etraftan bir kaçak insan gemisinin battığı haberini alsam, ya da etrafta farklı giysili birilerini görsem, yada Ege denizinde Poyraz yada Lodos fırtınası kopsa...helikopterler hep o zaman kafamızda dönüyorlar. Ve

benim, annemin, arkadaşlarımın, hepimizin içi burkuluyor. Burnumuzun dibinden bir trajedi geçiyor...bizler çaresiz, gündelik işlerimize bakıyoruz.

......

Ve zaman geçiyor, bu güzel toprak parçası üzerinde. A.B.D. Libya’yı bombalamış, Sunami Japonya’yı yok etmiş, Zekeriya Öz görevden alınmış..Sofranda Karaburun Kefal’i var mıydı, yarın güneşin seni ısıtacağından emin misin, Kedin, köpeğin sağ salim yanında mı? ..zaman geçiyor..yaz saatine geçtik ve ilk defa kış bittiği için üzgün olduğumu fark ettim.

Monday, June 14, 2010

Urla SlowFood Çevre Pazarlarında

Bademler Köyü Pazarı


Ne zamandır niyet edip de bir türlü gidemediğim Bademler pazarına gitme şansına nihayet erdim. Sağolsun Urla Slowfood dostları, geçen toplantıda alınan bir karar ile yöremiz pazarlarını geziyor, üreticileri tanımaya çalışıyoruz.




Bademler köyü ve köylüsü gerçekten çok ilginç. 76 yıldır perdesini açan Köy Tiyatrosu, kadınlarının girişkenliği, sakinlerinin aydın kişilikleri ile eşine zor rastlanılan bir köy ( maalesef! )




Merak edenler için, harika bir web siteleri var. Kendi yemek tarifleri, adetleri, festivalleri, dansları... Slowfood cular mutlaka "Sülük" tarifine bir bakın.



Bademler pazarı sadece ufak ve dar bir sokak üzerinde. Ne de olsa sadece yörenin üreticisi katılıyor. Hanımların yaptığı kabak çiçeği sarmaları, çiçekler, ev avlularına kurulmuş küçük gözlemeciler ve çayhaneler. Ekşi maya ekmeği çok lezzetli. Birde puaça büyüklüğünde bir ekmek satıyorlar. İçinde yumurta var, ama yumurta kabuklu. Kabuğu soyulmadan içine konmuş. Herhalde çocuğunu okula gönderirken, yada tarlada çalışmaya giderken bunlardan çantaya atmak pratik oluyordur diye düşünüyorum. Oradan birisi farklı yorum getirerek bağırıyor, "bunula bir büyük rakı içilir!". Yok artık ;))





Bahçelerden yeni toplanmış erikler, roka, istifno, sirken. Ballar, reçeller ve daha neler neler... Tabii bir de yöresel şaraplar makul fiyatlarla. Bir adet Iyonya markalıdan alıyorum. Cabernet Sauvignon. Teos dan, Türkiye'mizin meşhur "cittaslow" undan geliyor.





Bademler Köyü Kalkınma Kooperatifi


Alışverişimizi tamamlayıp Bademler Köyü Kalkınma Kooperatifine gidiyoruz. Genç Ziraat Mühendisi Meltem hanım bizi karşılıyor. Bu sıcak günde çam ve zeytin ağaçları altında serinliyoruz.

Kooperatif 1962 yılında, eski Gümrük ve Tekel Bakanı Mahmut Türkmenoğlu önderliğinde kurulmuş. 232 ortağı var. İlk yıllarda Almanya'ya işçi de gönderen kooperatifın o zamandan kalma cam seraları ve 320 dönüm arazisi, su kaynağı ve zeytinyağ işleği bulunuyor.

1985 den beri Hollanda ile anlaşmalı, kesme çiçek üretiyorlar. Son 6 yıldır kirada olduğu için bakımsız kalan ancak yeni yönetim kurulunun iş başına geçmesi ile tekrar faaliyete geçen kooperatif, İBB katkıları ile
organik tarım ve iyi tarım uygulaması sertifikasyon sürecinde.

Tam bu sırada soruyoruz, "iyi tarım uygulaması" ne demek oluyor diye. Efendim, iyi tarım da kimyasal kullanılabiliyormuş ancak bunun kayıtlı, düzenli ve uygulama miktarlarına riayet edilerek yapılması gerekiyormuş. Yani olması gerektiği gibi normal(!) tarım - konvansiyonel tarım- anlamına geliyormuş.

Laf lafı açıyor ve organik tarım uygulamalarının zorluklarını dile getiriyoruz. Herşeyden önce ciddi bir talep yok,fiyat farkı yok, üretimde kümeleşme yok, tarım politikası yok, gerekli ilaçların organik sertifikasyonları yok, sertifikasyon pahalı, kontrol şüpheli, her önüne gelen organik yada doğal(!) birşeyler üretiyor ama sertifikasyonları yok, pazarlarda bunları denetleyen yok, gibi, gibi, gibi...


Ama iyi bir haber var, 25 Haziran'da Bostanlı Organik Pazarı hizmete giriyor. Merakla bekliyoruz ve ayrılırken Kooperetif üye ve çalışanlarına çabalarının karşılığını alacakları temiz ve adil bir gelecek diliyoruz.


Menşur, ülkemizin ilk "cittaslow" u, nam-ı değer sakin şehir; Seferihisar!

Bademler'e gelmişken Seferihisar'a uğramamak olmaz. Zaten çok yakınlar. Hem ne zamandır gitmemiş olmam ayıp. Bir kere Teos (Sığacık) son derece sevimli bir liman kentiydi, salaş balıkçıları tam zevkimize göre. En son 2003 de gitmiştim sanırım. O zamandan beri çok şey değişmiş. Modern bir marina kompleksi insanı karşılıyor. Daha yeni tamamlandığı için sanırım, önündeki kentsel ölçekli yeşil bant ve otopark ile soğuk ve ürkütücü bir kent yapısı izlenimi bırakıyor. O sevdiğim balıkçılara ne oldu bilmiyorum, göremedim. Onlar yerine modern binanın içine konuşlanmış 'Balık Restaurant' ının önüdeki garson mümkün olduğunca (!)sevimli olmaya çalışarak gelen geçeni içeriye çağırıyor, olmadı kart veriyor. Üzücü.


Ama Sığacık Pazarı oldukça canlı, keyifli. Sakinler kendi ürettiklerini pazara çıkarmış müşteri bekliyor. Kavurucu sıcağa rağmen, alışveriş ettiğim tezgahların hemen hemen hepsi saat 14 civarında daha yeni siftah yapmalarına rağmen, herkezin gözünde bir kıvılcım, bir parıltı var. Bir kadın kaynanasından öğrendiği ev baklavasını üşenmeden ince ince açmış, kat kat dizmiş, içini cevizle tıka basa doldurmuş. Bir başkası sigara böreğine benzeyen, içi nohut ezmesi dolu, yöresel "mantı" satıyor, ince ince sarılmış yaprak sarmalarının yanında. Bir başka hanım ördüğü şalları, diğeri kendi yaptığı takıları sergilemiş.



Başlıktaki kinayeyi yanlış anlayanlar olabilir, açıklayayım. Tunç Soyer gerçek vizyon sahibi, akıllı ve yetenekli bir başkan. Özellikle pazardaki Sığacık sakinlerinin "slowcitta" heyecanı, başkanlarının vizyonu arkasında kenetlenmeleri göz kamaştırıyor.


Başkan Minik Eller projesi ile küçümenleri hem komünal kalkınmaya, hem de tohumun gıdaya dönüştüğü mucizevi sürece dahil ediyor. Benim eleştirdiğim Medya. Genelde olduğu gibi, silip süpüren tüketiciliği ile bu konudan da suyunu çıkarana kadar nemalandı. Sığacık'ın slowcitta olma sürecinde karşılaştığı sorunlar nedir, nasıl üstünden gelinebilir? Bu kadar 'hype' dan sonra oraya gelenler hayal kırıklığına uğramış, "Slow Food, Slowcitta da bu muymuş" demiş acaba umurlarında mı?

Labels: , , , , , ,

Sunday, March 28, 2010

Urla SlowFood Mart Dokuzu Etkinlikleri

Mart Dokuzu ve Otlarımızı Tanıma Yürüyüşü


21 Mart sabahı, 40 yıl önce kızların kol kola girip piyasa yaptığı, ardından erkeklerin bir aşağı bir yukarı gruplar halinde dolaşıp, iki grubun birbirlerine kaçamak göz attıkları, laf attıkları ve hatta yaşca ufak olanların birbirlerinin bacağını ısırgan (dalagan) otuyla dalayıp çeşitli muziplik yaptıkları caddede toplandık. Mart’ın Dokuzunu kutluyoruz. Baharın gelişini, doğanın uyanışını. Eski Urla’lı dostlarımın anlattığına göre Mart Dokuzu ve Bağ Bozumu Urla’nın en önemli iki festivali. Mart Dokuzu eski takvime göre Mart 9, günümüzde ise 21 Mart’a denk geliyor. Yine Urla’lı dostlardan dinliyorum. “Bir gün öncesinden börekler açılır, kurabiyeler pişirilirdi. Mart Dokuzunda herkez en iyi elbiselerini giyer, kendine çeki düzen verir, bugün 12 Eylül İlkokulunun bulunduğu yerden başlayarak, biraz ileride olan Sıtma Suyu Mağarasına doğru gruplar halinde yürünürdü. Önce kızlar, daha sonra oğlanlar... Hatta kimin piyasaya çıktığını izlemek isteyenler ise (müstakbel kayınvalideler) orada evi olan konu komşunun balkonuna hücum ederlerdi. Mart Dokuzundan sonra kaçan kızların sayısında ani bir artış izlenir, kız istemeler sıklaşır, 14 Ağustos’taki Bağ Bozumu şenliğinden sonra da düğün dernek yapılırdı.”


İşte kent belleğinde böyle önemli bir yeri olan bir geleneğin üstündeki tozu dumanı silkeleyip, bir hafta boyunca çeşitli etkinlikler ile Urla’nın gıda ile ilgili kültürel, ekonomik ve tarihsel zenginliklerini keşfetmek üzere yola koyulduk.

İlk etkinlik baharın gelişini selamlayan bir doğa yürüyüşüytü; Sayın Ertan İplikçi eşliğide Otlarımızı Tanıma Yürüyüşü. Buluşma yerimizden arabalar ile Özbek köyüne gittik. Yola yeni çıkmıştık ama hemen bir çay molası verelim dedik. Neden olmasın, nasılsa “yavaş” yaşamıyormuyuz? Yaşlı çınarların altında köyün hanımları kendi yaptıkları ekmekleri, börekleri, tarhanaları, ama benim için en önemlisi envai çeşit otları ile bizi karşıladılar. Karabaş otunun mor salkımları, rengarenk kardelenler, sarmaşık otu.. Demeti 2,5 lira. Dayanamadım hemen aldım. Birisi oradan bağırıyor: “Nohut alın, nohut. Buranın nohutu çok lezzetli olur.”


Çay molasından sonra Özbek köyünün biraz ilerisinden Burgaz Mevkiine doğru yürüyoruz. Etrafta çarpıcı bir çimen yeşili hakim. Ellerimizde hasır sepetler, çakılarımız...birisi tornavida getirmiş! Azimliyiz. Ot toplayacağız. Daha 5 dakikka geçmedi, Ertan bey onlarca çeşit ot gösterdi. Fotoğraf çekip, not almakta zorlanıyoruz. Bende otları bildiğimi sanırdım. İlk karşımıza çıkan otlardan biri “Kıllı Kamina”. Gerçekten de kıllı. Ser sert kılları var. Yaprakların yarıdan fazlası kesilip atılıyor, kök temizleniyor, haşlanıp sarmısaklı yogurt yada zeytinyağ ile yeniyor. Labada, labada. Her tarafta labada var, kimse yüz vermiyor. Arapsaçı, Urla’da Sıra deniyor. Hava ısınınca köklerinden köpüklü bir sıvı çıkarmış. Zaten kokusu da ağırlaştığı için ilkbaharda toplananı makbul. Arapsaçı, soyu tükenmesin diye kökleri ile toplanmazmış. Kökün biraz üzerinden kesiliyor. Turp otunun bir çok çeşidi var. Bizim yöremizde en çok bulunan gövdesi tüylü olan. Sapını kırdığınızda içi boş ise buna Susamlık diyorlar. Bu o kadar makbul değil. İyisi, üzerinde çok az kıl olmasına rağmen daha kaygan ve pürüzsüz gövdesi olan, yer yer mor damarların görüldüğü Kara Turp. Bunun haşlamasından ziyade kavurmasının iyi olduğu söyleniyor.


Etrafımız Menengeçler ile dolu. Tohumlarının kurutulup kahve gibi öğütülüp içildiği, Tire yöresinde de filizlerinden kavurma yapıldığı söleniyor. Yapraklarını elimde oğuşturarak reçineli kokusunu içime çekiyorum.


Keklik ayağı, körmen (yabani pırasa), Dede Kaşı (Karaburun’da haşlanıp meze yapılıyormuş), Çakal Boğan, Kuş Kursağı, Keçi memesi, Ilcan dikeni...Çoban düdüğü, koparıldığında sapından süt aktığı için Sütlü de deniyor. Aynı Kıllı Kamina gibi temizleniyor. Haşlanıyor. Haşlanırken düdük sesi çıkarırmış, saplarındaki oluklardan olsa gerek. Tarhana otu, kurutulduğunda Tarhanaya karakteristik kokusunu veriyor. Taze yaprakları ise sarmalara nane, maydanoz yanında katılıyor. Daha öğrenilecek çok şey var. Ne yazık ki vaktim sınırlı. Güneş başını eğmiş, bizde yavaş geri dönüyoruz. Engin yeşil denizinin önünde son bir fotoğraf. Bağlar uyanmış, ufak ufak filiz vermişler. Uzakta poşulu bir bağcı, elinde bel küreği, tek başına koca bağı bellemeye kalkınmış. Önündeki işin azamiyeti tüylerimi ürpertiyor. “Kolay gelsin” diye bağırıyorum, biraz korkarak. “Hoş geldiniz. Yolunuz açık olsun” diyor. Sesi enerjik ve iyimser.

Ispanak Balığı ve Tarladan Sofraya Gıdanın Serüveni

Mart Dokuzu etkinliklerimiz Cuma günü Sayın Alev Çağlar ın söyleşisi ile devam etti. Günümüzde dünya nüfusuna iki kere den fazla yetebilecek miktarda gıda üretildiği ancak hala ciddi oranda açlık çekildiği düşünülürse, buna sebep olan politikalar ve üretim modelleri gözden geçirilmeli. İşte burada Slow Food gibi yerel ve mevsimsel olanın tüketilmesini amaçlayan faaliyetler önem kazanıyor. Dr. Alev Çağlar bu konudaki derin bilgisini kısıtlı zaman ve teknik aksaklıklara rağmen bizler ile paylaştı. Herkezin çok ilgisini çeken bu söyleşiyi daha geniş bir kitlenin faydalanabileceği bir ortamda yinelemek üzere kendisinden söz aldık.

Sıra da heyecanla beklenen Ispanak Balığı ikramı vardı. Slow Food Urla nın varlığının ve çalışmalarının Urla’lılara tanıtılmasını amaçlayan bir etkinlik. Toplantıdan döndüğümüzde, Sevgili Handan Kaygusuzer ve oğlu Hikmet kızartmaların yapıldığı kazanın başına geçmişti bile. Ispanak balığı tam da bir balığa benziyor. Hatta jumbo karadiz kuyruğuna. Son derece de lezziz. Handan Hanım, çocukluğuna dönüyor; “bağda anneannem ıspanak balığı yapacağı zaman hepimizi heyecan kaplardı. Çalı çırpı ateşiyle hemen orada kızartılan ıspanak balıklarını bağ çubuklarına geçirirler, ellerimize tutuştururlardı.”

Urla’nın eski bir yemeği olmasına rağmen günümüzde birçok Urla’lının unuttuğu bir lezzet. Lokma döküm düzeneğini kiralamaya gittiğim Anıl pastanesinin sahibine, Ispanak Balığı dökeceğimizi söylediğimde adamcağızın neredeyse nutku tutuldu. Lokma makinesinde balık dökeceğimizi sanmış! Tabii olay o sırada yanımızda olan Şafak Lokantasının sahibinin konuya açıklama getirmesi ile aydınlandı. Anıl Pastanesinin son derece nazik sahibi bizi kırmamakla kalmadı ayrıca kira ücretini de almayacağını söyledi.

Başka komik bir olayda, etkinliğin afişini dükkanına asması için gittiğim balıkçıda yaşadık. Ege denizinin, özellikle Urla kıyılarının canlılarını gözü kapalı sayabilen balıkçımız, Ispanak balığı diye bir balık daha duymamıştı. Hoşgörüsüne sığınıp, “Sende ne biçim Urla’lısın” diye şakalaştık. Umarım kızmamıştır.

28. Mart. 2010

URLA


Thursday, December 17, 2009

Vignerons D'Europe 2009


Avrupalı (Şarap Üreticisi) Bağcıların Ortak Bildirisi Floransa’da kabul edildi.



'Şarap Üreticisi Bağcı', üzümün yetişmesinden, şaraba dönüşmesine, kavlarda olgunlaşıp şişelenmesine ve sonrada satışına kadar her aşamasında kişisel emeği geçen kişidir.’



2009 Avrupalı (Şarap Üreticisi) Bağcıların Ortak Bildirisi bu şekilde bir öz-tanımlama ile başlıyor. Toskana Valiliği ve Slow Food Organizasyonunun bu sene ev sahibeliği yaptıkları Vignerons D’Europe, Roma İmparatorluğu zamanından beri aktif termal tesisleri ile ünlü Montecatini Terme’de, Gürcistan’dan Portekiz’e, 20 Avrupa ülkesinden gelmiş olan şarap üreticisi bağcıları bir araya getirdi. Türkiye'den, Corvus ve Urlice’nin davetli olarak katıldığı bu etkinlikte özellikle üzerinde durulan konu, endüstriyel üretim yapan firmalar ile zanaatkar üretim yapan yetiştiricilerin birbirlerinden kesin çizgiler ile ayrılması ve bu farklılıkların tüketiciye ve Brüksel’de kanun yapan kesime anlatılması oldu.



Sürdürülebilir bağcılık ve kaliteli üretim çabalarının ötesinde, yaptıkları işin özellikleri ile uyumsuz ve aslen endüstriyel firmaları ilgilendirecek kanunlar ve bürokrasi ile zaten ağır olan iş yüklerinin daha da arttırılmaması gerektiğini vurguladılar.



Avrupalı Şarap üreticisi Bağcılar 2009 toplantısı, Floransa’da ki muhteşem Eski Saray’da (Palazzo Vecchio) ortak bildirinin okunmasıyla sonuçlandı.





Manifesto of the “Vignerons d’Europe 2009”


Avrupalı Şarap ve Şaraplık Üzüm Üreticileri Bildirisi 2009



The vigneron will personally look after his or her vineyard, winery and selling.


Vigneron yani ayni zamanda hem şaraplık üzüm hemde şarap üreten şahıslar, kendi bağları, şaraphaneleri ve satışları ile kişisel olarak ilgilenen kişilerdir.


The vigneron’s wine is living and gives pleasure. It is a product of the vigneron’s area and thought, and an authentic expression of a culture.


Vigneronların yaptıkları şaraplar yaşayan ve keyif veren içeceklerdir. Bu şaraplar Vigneron’un yöresi, düşüncesi ve kültürünün otantik olarak bir içeceğe yansımasıdır.


The vigneron considers the consumer as a co-producer.


Vigneron müşterisini, tüketici değil de ortak-üretici olarak tanımlar.


The vigneron looks after and moulds the landscape while respecting the biodiversity and culture of their area, which the vigneron reveals and enhances.


Vigneron kendi toprak parçasını şekillendirirken, bio- çeşitliliğe ve bölgesinin kültürüne saygı gösterir ve geliştirmeye çalışır.


The vigneron as a farmer assumes responsibility to preserve and improve the fertility of the soil and balance of ecosystems.


Vigneron bir çiftçi olarak toprağın verimliliği ve ekosistemin dengesinin sağlanması ve geliştirilmesi konusunda sorumluluk alır.


The vigneron undertakes not to use artificial or synthetic chemicals or organisms and aims to protect living things.


Vigneron yapay ve sentetik kimyasal yada organizmalardan uzak durur ve canlı organizmaları korur.


The vigneron observes limits in all endeavors, seeking an optimum and never a maximum.


Vigneron, giriştiği tüm işlerde sınırları gözetir, maksimumu değil optimumu arar.


The vigneron takes responsibility for all his or her activities affecting the environment, consumer health and the fortunes of the local community and land.

Labels: ,

Friday, October 30, 2009

Çinekop ve Chardonnay



Çinekop ve Chardonnay..Hmm…ilk başta ikiside ‘ç’ ile başlıyor tamam da, başka ne alaka ? diye düşünebilirsiniz. Tabii ki yağlı çinekop her zaman İstanbul, yeşil salata, rakı üçgeninin tam ortasında yer almıştır. Maça gitmeden önce boğaza yakın bir yerlerde bir tek ile atıştırılan, yada akşam eve dönerken Çarşı içindeki her zamanki balıkçıda ya ekmek arası ya ızgara, soğan maydonoz ile yutulan…Bunlar her zaman rakı ile bazen de bira ile iyi gitmiştir.


Pekiyi, bir de şöyle bi manzara tasarlıyalım; Ege’desiniz. Bir balıkçı kasabasında. Ufak limanın komik ama sevimli beyaz feneri, gecenin koyulaşan mavisine kontrast. Ay yükselmiş, balıkçılar özenle boyanmış kayıklarında günü hasat ediyorlar. Kediler öne geçme yarışında.
Ilık bir meltem ile şakacıktan ürperip, şalınızı çekiştiriyor sonra derin bir nefes alıp önünüzdeki salata ve çinekopa dalıyorsunuz. Mmm muhteşem. Peki sonra…. Evet sonra,

üzeri boğum boğum terlemiş kadehinizi elinize alıp şöyle bir sallıyor, karşınızdakinin gözlerinin derinine bakıyor ve sağlığa kaldırıyorsunuz.
Kadehinizdeki chardonnay salınımından oldukça gövdeli olduğunu belli ediyor. Uçuk sarı rengine bakıp sizi iyi şeylerin beklediğini düşünerek kadehi burnunuza götürüyorsunuz.

Urlice Chardonnay burunda, serin ve sisli bir Bodrum sabahında narenciye bahçelerinde yürüyormuşsunuz gibi bir his uyandırıyor. Limoni, kırılgan, asidik ama çok da fazla asidik değil.
İşte Çinekop ve Chardonnay böyle bir Ege akşamında birbirlerini tamamlıyor ve serin yaprak hışırtıları arasında
tatlı bir uykudan önce boğuk kahakahalar ile bölünen hoş sohbetli bir geceye eşlik ediyorlar.